Osmanlı Devleti, İslâm hukukuna son derece bağlı bir devletti.Bununla beraber elbetteki kendine hâs örf ve gelenekleri olan bir milletti.Ancak bunlar, hiçbir şekilde İslâmî esaslara aykırı değildi, olamazdı. Ecdadımız kendisini, inandığı şeye uymak ve onu hayatında uygulamakla mükellef görmüştür. Onun için tarihte, İslâm’ın hukuk ve ahlâk nizamını, Osmanlılar kadar hayata geçirmiş olan pek az millet görülebilir. Onlar, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz’in,”Allah’ım, faydasız ilimden sana sığınırım” (Muhtaru’l-Ehâdîs,H.230) hadis-i şerifni, “tatbik edilebilirliği olmayan ilmin peşinden gitmemek” mânâsına anlayıp, ilim yuvalarını lüzumsuz bilgilerin hamallığının yapıldığı yerler haline getirmemişler;İslâm hukukunun idari, ictimai ve iktisadi nizamının, ahlak ve fazilet düsturlarının hayata geçirilmesine temine çalışmışlardır. Cihat ve vakıf cemiyeti (toplumu)olarak dünya tarihine geçen Osmanlı milleti; yaptırdığı her sebilin, her hânın, her hamamın kitabesini âyet ve hadis hatlarıyla süsleyen, bütün hayır ve hasenâtını bunlarla temellendiren bir cemiyettir. Camilerin, tekke ve medreselerin etrafında kümelenmiş mahallelerdeki halk, gerek dervişler, gerekse medreselilerle sıkı bir münasebetin tabiî bir neticesi olarak, ictimaî, hukukî ve ahlâkî esasları pratik ve mükemmel bir şekilde öğrenip, hayatına geçirmekteydi.O devrin ilim ve âdap öğrenme-bilgilenme usûlü; camide vaaz, medresede ders, tekkede sohbet tarzındaydı. İlim daha çok satırdan satıra değil, sadırdan sadıra(yürek-kalp) aktarılmak suretiyle kafa gönüllere nakşedilirdi. O devrin özelliklerinden biri de, şehirler fazla kalabalık değil, mahallelre küçüktü. Bu sebeple o devrin insanı, ilim ve fikir adamlarından faydalanma, hikmet ve mâneviyat erbabından istifade vce istifaza(feyz almak)edebilmek bakımından , bugünün insanından daha şanslı ve dolayısıyla daha sıhhatli bir bilgi birikimine sahipti.Zira kaynaklar karışık akmıyor, menba’lar henüz bulanmamıştı. Bütün bunlar böyle olmakla birlikte, Osmanlı cemiyetinde de – az da olsa- birtakım hurâfe ve bid’at denilebilecek cinsten anlayış bozuklukları tabiî ki vardı. Ancak bunlar, günümüz insanında olduğu gibi falcılardan, büyücülerden, medyumlardan medet umacak derekede bayağı değildi.Hele hele cemiyet içerisinde insanlara kılavuzluk -rehber-etmek mevkiinde olanlar, hiçbir zaman bugünküler gibi bir hakikatti anlatayım derken, bir başka hakikati çiğnemek yanlışlığına düşmezlerdi. Hülâsa Osmanlılar, “Sizin içinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü men’eden bir topluluk bulunsun.İşte onlar, felâha (kurtuluşa) erenlerdir”(S.Âl-i İmrân,104)İlahi hitâbıyla, hakiki âlimlerin kastedildiğine inanmış bir cemiyetti. Ve gâyet tabiî ki bu cemiyetin içinde sahteler tutunamaz,sahtekârlar barınamazdı; onun potasında erimeye mahkumdu.