Rutin hayatın, insanı nasıl da diplerin dibine indirdiğine canlı şahidlik etmiş şu satırların yazarı bir zamanlar bu rutin kozasında iken çok farklı bir vakayla karşılaştığında kafası hayli allak-bullak olmuştu. Yıllardır alışagelen nörolojik şikayetlerinden çok farklı bir felç durumu ile hastaneye yatırdığı bu sıra dışı hasta, aslında gerçekte hasta olan doktorunu içinde bulunduğu Tükenmişlik’ten çıkarmıştı lakin daha da ilginç olanı, o hastanın da farkında olmadan hekimine yaptığı bu yardım/hizmet kelimeyle anlatılamazdı, ancak hikmetleri yıllar sonra anlaşılacaktı.
O hasta yaklaşık üç-dört hafta süren rahatsızlığı boyunca vücudunun uzaydaki konumunu kaybetmiş ve odasının hemen penceresi dışındaki çam ağacında-bahçede var olan gerçek bir asırlık çam ağacı, kendini yaşıyor/asılı kalmış gibi bir hayat geçirmişti (merak edenler, google’dan “gerçek bir nörobilim öyküsü-Çam ağacında yaşayan Ayşe teyze- Ömer Hakan Yavaşoğlu) yazarak yazının tamamına ulaşabilirler).
İşte yıllarca minnet duyduğum bu Ayşe teyzemin vesilesi bendenizi gerçekten o gizli/maskeli depresyondan ağır ağır çekip çıkardı. Nasıl mı oldu, kısaca anlatayım ama asıl konumuzun dışına da taşmak istemiyorum sadece aynı dertten muzdarip çok fazla sayıda meslektaşımla karşılaştığım için bunu mahçubiyet duyarak da olsa onlara, belki bir nebze yardımı olur niyetiyle yazmak zorundayım.
Aslında Ayşe teyzeye musallat olan hastalık sıradan bir beyin damar tıkanması idi ancak herkeste görülen tıkanmalardan (ve oluşan felç türlerinden) çok farklıydı. Tabi “dopamin” düzeyi (merak oluşturan , hareketleri düzenleyen ve bağımlılık yapan hormon olarak bilinir)hayli yüksek olan ve başı bu yüzden sürekli beladan kurtulmayan bendeniz bu vakadaki “vücudunu kaybetmesi ve farklı bir uzay-mekan da hissetmesi” durumunu araştırmaya koyulmuştum. Aslında yıllar sürdü bu araştırmam, bir çok kongre ve sempozyum da kelli felli nöroloji profesörlerine de sordum lakin tam olarak tatmin edici bir yanıt alamayınca çok sevdiğim bir akademisyen ağabeyime konuyu açınca (nör.prof.L.H) akademik hayattan yıllar sonra ilim aşkı sönmüş olan bendenizi cesaretlendirerek bu konuda bir makale yazmayı teklif edince hayli heyecanlanmıştım ve kendisinin yardım edebileceği sözüyle kabul etmiştim tabiki.
Yıllarca, beyine aşık bir nörolog olarak akademik hayata bir türlü (bilinçli olarak) adım atamadığımdan dolayı pişman değildim ama herşeyin bir çok açıdan süper olduğu ve başka meslektaşlarımın açıkça kıskandıklarını bile itiraf ettikleri Safranbolu’da yaşamak beni neden dibe indirmişti? Gerçekten bunun sosyal ve zihinsel hikmetlerini aşırı merak ediyordum.
Sadede gelirsek bu vakayı aydınlatmak için içine daldığım “Kognitif (bilişsel) Nörobilim”in aslında yıllardan beri aradığım, medeniyet değerlerimizin beyindeki izleklerini/yolaklarını/nöral patikalarını ortaya çıkarabilecek muhteşem potansiyelini farketmiştim. Kendimin ve bana başvuran hastalarımın tüm ailemin fertlerinin duygu, düşünce ve davranışlarıyla beyinlerinde neler olup bittiğini anlamaya çalışıyordum.Sebeplerini anlayınca da (hastalık oluşturan zihinsel bataklık) “bilinçaltı cerrahisi” de diyebileceğimiz bir tanımla (bu tanıma başka bir yerde rastlamadım) etrafımdaki insanlara yardımcı olmaya çalışıyor ama hassaten kendime/kendi arayışlarımdaki cevapsız kalan soruların cevaplarını bulmaya çalışıyordum.
İşte bu delişmen beyin işçisi bu bahsettiği okyanusa girdiğinde cevapsız sorularının yavaş yavaş cevaplandığını bulmaya ve huzura/sekineye doğru yol almaya başlayınca tecrübe havuzunda biriktirdiği sonuçlar; kendine özgü bir “bilişsel rehabilitasyon/gönül detoxu” da denilebilecek bir metodla ve “sohbet-terapi” tadında interaktif olarak slayt-sunu ile beyin-kalp maketleri hazırlayarak hastalarına anlatmaya başladı (halen aktif olarak devam eden ve adı “Nörobilim ve Medeniyet Penceresinden-kognitif psikoterapi” de denilebilen bu bila-bedel sunu-sohbetler onüçüncü yılına girdi)
Bahsi geçen olayları zihinsel süzgeçten geçirip hulasa edersek;
Her birimizin günlük yaşam gailesinden/mesleğinden bıktığı bir zaman oluşmakta illaki, ancak Sonsuz Kudret aciz kullarının dibe vuruşlarını görmeden (veya onlar dillendirip acizliklerini itiraf etmeden) “zihinsel bataklık” tan kurtuluş vesilelerini de ortaya çıkarmıyor efendim. Hani Mutluluk Klavuzumuz’da Nuh (AS) nasıl haykırıyor Rabbine “ Bittim Ya Rabbi kaybettim ben mağlub oldum” ve anında cevap geliyor… “Yettim Ya kulum!” (Kalem-4).
Daha önce “Obsesyon….(3) ezdad/zıtlar/düailte prensibi” adlı yazı dizimizde bahsi geçen kainatın zıtlar ile kaim olduğu gerçeğini yeri gelmişken hatırlarsak, onların her birinin eşi olan zıddını nasıl da yakalayıp sanki eşlerini aradıklarını hayretle müşahede ederiz. Evet aslında her bireylerimizin hayatlarında böyle ezdad/zıtlarla devam eden böyle iniş ve çıkışları mutlaka vardır. Sadece farkında değiliz ve kendimizi ve etrafımızın yaşadıklarının “enfüsi gözlük/gönül gözü”ile müşahedeye yeltenmiyoruz veya birkaç kez yeltensek bile(acılar,musibetler ve en dibe vuruşlarda sadece) olay yatışıp işler düzeldiğinde hooop sebepleri hakedeni unutup emarenin kozasında yer-içer-çiftleşir-aldatır-çoğaltır-hırlaşır…vd….rutin döngüsüyle, hiç bir şey yokmuş gibi yaşamaya (buna yaşamak denirse?!) devam ediyoruz…
Peki bu “rutin döngü” denilen “bilinç kozası”ndan çıkmanın bir yolu yokmuş? Elbette var ancak, ya insan bu “rutin döngü/fasit daire”yi bırakmak istemiyorsa?
Ya öyle bir derdi yoksa?
Öyle diyor ya Mevlana, “Fi Hi Ma Hi “adlı eserinde (talebelerine ettiği farsça sohbetlerden derlenmiş) ne diyor bakın, kulak verelim: “Her Meryem’in bir İsa’sı vardır, sancısı şiddetliyse (varlık sancısı kasdediliyor) Meryem’in O “hakikat İsası”nı mutlaka doğurur şayet o sancı yoksa, İsa geldiği yerden geri gider de, kişi bi-behre kalır (hakikatten mahrum kalır)”
Evet efendim haftaya, “bilinç kozası”nı oluşturan “Günlük Alışılmış Bilinç Durumu/GABD” nun nörobilimsel ve nöropskiyatrik izahlarını/hikmetlerini tartışmaya başlayacağız inşallah…
Selametle kalınız efendim...