Geçtiğimiz hafta içinde kutladığımız 24 Temmuz Gazeteciler ve Basın Bayramını kutladık. Aynı zamana denk gelmese de geçtiğimiz haftalarda gazeteci bir kardeşim haber paylaşım grubunda gazetecilerin yaşadığı sorunları dile getiren bir yazısı çok hoşuma gitmişti.
Yazı da "Bu memlekette, eğitimli gazetecilerin sektörün marka değerini yükseltme çabası maalesef başarılı olamamıştır. Bakkaldan, berberden çarşıdan pazardan gazeteci yokluğunda gazeteciyim deyip eline makine alan hobi veya çıkarcı tehditkar sözde gazeteciler bizlerden daha refah içinde, seni yarın arayacağım ve bunlara prim yapan, yaptıran siyasiler tarafından kullanıldığını iddia ediyorum. İşin doğrusu, bu yav...lara pirim veren, Facebook’ta iki yazı yazdı diye günlük gazetelere veya yıllardır yayın yapan sorumlu haber sitelerine verilmeyen reklam paraları bu tür adamlara veriliyor. Vatandaşlardan rica ediyorum, siyasetçilerin düştüğü bu tuzağa siz düşmeyin, künyesi olmayan, ofisi bulunmayan, gazeteciler cemiyetlerine üye olmayanlar kimselerden uzak durun. Önünüze her gelen gazete sayfasını beğenmeyin. Kamuoyunda bu işi yıllardır yapan, ya da eğitimi olan kişiler zaten on parmağı geçmiyor. Hakkıyla gazetecilik yapan yayın kuruluşu sayısı da keza öyle. Sizi haber yapmakla tehdit eden birileri olursa mutlaka cemiyet başkalarına bildirin. Dükkanlarınıza eğer bir gazete ücretsiz geliyorsa, o gazetenin resmî (vasıflı) bir sorumluluğu yok demektir. Aydın’ın 5 günlük gazetesi var, abone olabilirsiniz veya bayilerden temin edebilirsiniz" diyordu.
Çok haklı bu tür kendini basın mensubu sana insanlar omurgasızdırlar, her devrin adamı sıfatındalar. İnsanı ayakta tutan ana eksen kemiklerden oluşan omurgadır, ancak insanı şahsiyetli ve onurlu yapan, gerçekte dik tutan şey kemiklerden oluşan omurga değil, ilkeler ve prensiplerdir. Gazetecilikte çok aranan bir şeydir ancak ara ki bulasın. Yaşadığım yer Kuşadası’nı örnek göstererek diyebilirim ki ilkeleri olmayan yalaka gazeteciler menfaat, makam, mevki ve para gibi şeyler için eğilip bükülürler. Bazen de korku karşısında iki büklüm olup ezilirler. Boyun eğip şartlara ve güce teslim olurlar. Rüzgara ve zamana göre şekil değiştirirler.
Sizleri fazla sıkmadan omurgasız yalaka gazetecilere uygun bir hikaye ile bağlayalım istiyorum. Padişahın biri, patlıcanı çok severmiş. Ne zaman;
‘Şu patlıcan musakkaya bir türlü doyamıyorum’ dese, dalkavuğu da, ‘Aman padişahım, siz söyleyince ağzımın suyu akıyor. Akşam olsa da yesek’dermiş. Padişah imambayıldıdan söz edecek olsa; ‘Padişahım, şu imambayıldıyı icat edenin mekanı cennet olsun, nefis bir yemek. İnsan yemeye doyamıyor’ dermiş.
Padişah; karnıyarıktan, patlıcan dolmasından, kızartmasından, kebabından, patlıcan salatasından, turşusundan ve reçelinden söz ettikçe, dalkavuk da göklere çıkarırmış. Gel zaman git zaman, padişah patlıcandan nefret etmiş. Sofraya değil yemeği, salatası, turşusu, tatlısı, patlıcanın (P) harfinin gelmesini bile yasaklamış. ‘Şu patlıcan musakkanın neresini beğenirler de yerler, bir türlü anlamıyorum’ dediğinde, dalkavuk da padişahın sözünü tamamlamış; ‘Aman padişahım, bu musakkanın yenilmesini yasaklamak lazım...’
Padişah, bir başka gün; ‘Bu insanlara hayret ediyorum. O kadar güzel salata çeşidi varken akşam yemeğinde tutup patlıcan salatası yiyorlar... Anlamak mümkün değil!’ dediğinde, dalkavuk sözünü kesercesine atılarak eklemiş: ‘Padişahım, bu insanlarda damak zevki diye bir şey yok. En iyisi, patlıcanın yetiştirilmesini yasaklamalı... Adını bile duymaktan nefret ediyorum...’
Bu konuşmaları duyan biri dayanamamış ve padişahın olmadığı ortamda, dalkavuğa sormuş; ‘Yahu! Sen bir zamanlar patlıcanı metheder ve adeta göklere çıkartırdın. Şimdi ise patlıcanı ve yemeklerini kötülüyorsun. Nasıl olur da bu kadar değişebilirsin hayret!..’ Dalkavuk da hemen yanıtlamış; ‘Bana bak arkadaş... Bana bak... Ben patlıcanın değil, padişahın dalkavuğuyum. Anladın mı?...’ demiş.
Fıkrayı okudunuz. Şimdi etrafa şöyle bir bakın, karaya ak diyerek gazeteciyim diye geçinenlerden ‘Patlıcanın dalkavuğu’ fıkrasındakine benzemiyorlar mı? (Devam edecek)