İnsanoğlu varlığının temeline nefsini oturtur doğduğu ilk anda. Öyle ki dünyaya yeni gelen bebek ihtiyaçlarını almak için tek silahı olan ağlamayı kullanır. Acıkınca ağlar, uykusuz kalınca ağlar, karnı ağrıyınca ağlar. Ağlar ki yanındakiler onun bu ihtiyacını gidersin sorununu çözsünler. Bebek için yanındakilerin o ihtiyacı çözecek gücü var mıdır, yok mudur önemli değildir. Bebek için tek mesele ihtiyacının giderilmesidir. Ondan başkası umrunda değildir. Büyüdükçe bu durum değişir mi peki? İhtiyaçlar değişir, öncelikler değişir ama durum değişmez. Belli yaşa kadar ana babasından ister, belli zamanda dedesinden ister, belli zamanda öğretmenlerinden, arkadaşlarından ister, büyür tabi olduğu yöneticilerinden ister, ama hep kendi ihtiyaçları için birilerinden ister. İşte ihtiyaçları için hep birilerine muhtaç olan insanoğlu, kendi varlığının temelinde hep en iyiyi bilen, en iyiyi düşünendir. Kimse ondan çok bilmez, anlamaz.  Hep bilir insan, her şeyi bilir. Bilgide muhtaç değildir. ihtiyacı yoktur. Çünkü kendi aklı ona her bilgiyi mantıklı kılar. Oysa bilmez ki mantık aklın aldığı kadardır. Dünyanın en akıllı insanlarından biri olan Albert Einstein’ın izafiyet teorisine erdirdiği akıl kaçımızın mantığının alacağı cihettedir. Aklın almadığı şey kişi için önemsizdir. Oysaki aklına sığmayan o gerçeklik varoluşuna maddesel bir zorunluluktur. Kendi bildiğinden öte bilinmeye değer bir şey yoktur. Rivayet olunur ki, Taptuk dergahında dervişliğe namzet Yunus Emre meşakatli yola çıktığı ilk zamanlar, şeyhi O’na bir zikir verir. Der ki dervişe zikir gerektir, seninde zikrin bundan böyle “Ben Bilmem” dir. Her kim sana bir şey sorsa “Ben Bilmem” diyesin. Kimki senle sohbete gelse, senin kelamın “Ben Bilmem” dir. gece gündüz, dilinden bu zikri düşürmeyesin. Düşünsenize biri geldi sordu: - Adın Nedir? -Ben bilmem. -Şu müşkülüm var devası nedir efendi? -Ben bilmem. -Sen aptal mısın? -Ben bilmem. Ne kadar zor değil mi? İnsan için bildiği şeye “Ben bilmem” diyebilmek. hele ki insanlar seni bir konuda ihtisas sahibi görüyor ve o konudaki sıkıntılarını sormak için önce sana danışıyorsa. Sorulan her şeye “Ben bilmem”. peki nedendir Yunus’a yüklenen bu ders. Elbette Taptuk Emre değiliz altındaki derin hikmetleri çözelim. Ama kendi adıma anladığım şudur ki, bu vazife insanın içine doğduğunda yüklenen nefis belasından kurtulmanın, onu alt etmenin en zor yollarından biri. Eğer ki bildiklerine ben bilmem demeyi becerebilir ve bununla kalbini yatıştırabilirsen bir zaman sonra görürsün ki bilmediğin çok şey var.  İşte insanoğlu varlığın temeline kendini oturttuğu anda ilk unuttuğu şey bir gün yok olacağı gerçeği oluyor. Öleceğimizi bildiğimizi zan etsek bile hiç birimiz o gerçeklikle yüzleşmeden ciddiyetini kavrayamıyoruz. Eğer bir gün yok olacağımızı yaşarken bilsek, başka hiç bir şeyi bilmediğimizi anlayacağız. Çünkü biz yok olduğumuzda dünya dönmeye devam edecek. Biz olmadan yaşayamaz sandıklarımız yaşayacak. Geride kalanlar biz olmadan da öğrenmeye devam edecek. Bizden geriye kalan hatıralara gizlenmiş iki damla gözyaşı olacak. Ve oda yılda bir kaç kez, bir kaç kişinin aklına düştüğünde var olacak. Size bahşedilen bu hayat süresince, yaşadığınız, gördüğünüz, yediğiniz, içtiğiniz, gezdiğiniz, biriktirdiğiniz, harcadığınız, kısaca bildiğiniz ne varsa işte bu iki damlanın içine sığmış olacak. Benliğinizden geriye başka hiçbir şey kalmayacak dünya denen mekanda. Ebedi hayata ne götürdüğünüzü de zaten gitmeden bilmiyorsunuz. Biliyorum diyen beri gelsin. Eee şimdi düşünün, ebedi hayata ne ile gittiğinizi bilmiyorken, bu hayatta bildiğiniz şey ne? Hangi benlik dürtüsü sizi diğerlerinden üstün kılıyor? Size ait hangi bilgi başkaları için bir anlam ifade ediyor?  Bildiğim tek şey şu an nefes alıyorum. Daha kaç nefesim kaldı? Ben bilmem. Kaç adım daha yürüyecek ayaklarım ve nereye doğru gidecek? Ben bilmem. Varlığım benden başka kimin varlığı için gerekli? Ben bilmem. Bunları bilmiyorsan eğer güzel kardeşim, boşuna böbürlenme. Zira senin bildiğini sandıkların seni kurtarır mı? Ben bilmem.