Yerinde olan aklım, kendimden kaçıp düzenin aklı olmaya başlayınca ölmüştüm. Uçup gitmişti hayat, bir bunalım ötekini izledi. İçime de atamıyordum, orası da doluydu! Döngüler öylesine hızlanıyordu ki, tanrıyı göremiyordu gözlerim... Ruhun karanlık gecesi diyorlardı buna, filmi başa sarıp temizlemek. Baş döndürücü hız diplere ilerledikçe artıyordu. Her şey bana normal, olağan, hep böyle olmaya mahkûmmuşum gibi. Ne kadar kalmak istesem de bazen gitmek zorunda kalırım ve ne kadar gitmek zorunda olsam da kalmaktan yanadır sol yanım. Ne kadar dibe çekildiğimi, yüzeyde tutulup tutulamadığımı az birazcık yaşamımdaki döngülere bakıp bir nebze kavrayabildim belki. İşte o en geniş halkadan daha içerideki halkalara geçiş yaptıkça, döngüler değişiyor ve hızlanıyordu. En geniş halkada bırakıyordum elini hayat, girdap beni içine çekiyordu, nereye bilmiyorum.  Ölüler iyi bilir, yaşamak güzeldir. Başka bir hayat olamazmış gibi “hayat böyle” deriz. Düzen; yetişme sürecimiz boyunca, annemizle, babamızla,  arkadaşlarımızla, oyuncaklarımızla, giysilerimizle, okulla içimize siner. Efkarım sahile vuruyor, gönlüm deniz değil ki hasta. Gürültülü ve kalabalık bir ortamda bir insanla bakışıyorum. Kesişiyor gözlerimiz ve etraftaki her şey bulanıklaşırken ben vedalaşıyorum kendimle. En uzun veda…. kendin ile olanı.  Ey hayat!  O kadar yorgunum ki, susup ta ağlayasım,  ölüpte dinlenesim var. Yorgunum...