Ne yurt saydıkları bir ülke Ne bağlılık yemininde bulundukları bir hükümdarları var Sabahları aç karınla çıkıp giden Akşamları tok karınla yuvaya dönen  kuşlar gibidirler. Göçmenler ve mülteciler söz konusu olduğunda yerli halkta şöyle bir algı oluşur; Sınırı aşıp gelen yabancılar sanki homojen bir kütleden ibarettir, kendi içerisinde farklılıklar barındırmaz. Oysaki özellikle kitlesel göçle gelen topluluk bütün kesitleriyle, bütün katmanlarıyla, bütün renkleriyle göç eder. Çünkü toprağında, sokağında ve evinde barınamaz olmuştur. İlk zamanlar gelenler açısından da farklılıklar flulaşır; gidilen yer ve mekâna kendini ait hissetmez, orada varla yok arasında bir yerde dururlar. Sınıfsal, etnik, dinsel, politik, vb. farklılıklar bir kenara itilir. Birbirine tutunarak, yakın durarak; yaşama, var olma şansının artacağı hissi tüm canlılara dair içgüdüsel bir haldir. Ta ki, toplumsal yaşamda farklılıklar yeniden belirginleşmeye başlayıncaya kadar. Yeni bir yaşama başlama, kendini yeni mekâna ait hissetme duygusu gelişmeye başlayınca, gelişen yeni ilişkiler, yeni temaslar, toplumsal katmanların oluşmasını da sağlar. Bu bir yönüyle yeni bir durum tazminidir de. Etnisite, din, cinsiyet gibi doğumla başlayan aitlikler değişmese de, sınıf ve statü gibi değişimler sıklıkla olur. Farklılıkların belirginleşmesi, yeni rol ve statüler ilk bakışta dışarıdan görülemez. Oysa öteki de içinde “ötekileri” barındırır. Yokluk, yoksulluğun karşılığı değildir. Sahip olmamak, fakirliği değil mülkiyetsizliği ifade eder. Ve mülksüzlük iyidir, göç yolunda ağırlık yapmaz. Çünkü onlar yüz yıllar süren “büyük yürüyüşe” evlerini sırtlarına alıp, yola çıkılmışlardır… (Kaynak: Dom Migrants From Syria Photography Book)