Hz. İbrahim’in Hicreti   Hz. İbrahim, kendi kavmine Allah'ın dinini anlatmada hiç bir engel tanımamış, Nemrut'un zorbalığına boyun eğmemiş, büyük işkencelere maruz kalmasına rağmen yolundan dönmemiştir. Fakat toplum küfür bataklığına dalmış kendi doğrultusunda gitmiştir.Hz. İbrahim kavminin iman etmesine imkân ve ihtimal kalmadığını anlarınca, sapıklık ve küfür diyarından uzaklaşmak amacıyla yalnız Allah'a kulluk edebilmek için hicret etmiştir. Ashab-ı Kehf'in Hicreti Batıl düzenler, gerçekten Hakk'a inananlara hayat hakkı tanımaz ve bütün zulüm mekanizmalarını inananların aleyhine çalıştırmaktan geri durmazlar. Çünkü yarasanın ışıktan ürktüğü gibi menfaatlerinin ortadan kalkmasından, sömürü çarklarının durmasından endişelenir korkarlar. Tarih boyunca zâlim düzenler eliyle inananlara yapılan zulüm, baskı ve şiddetin asıl nedeni budur. Bugün yeryüzünün her bölgesinde müslümanlar üzerindeki baskı, şiddet ve terör de esasen bundan kaynaklanmaktadır. Kur'ân-ı Kerîm"Rablerine inanan gençler" (Ashab-ı Kehf')den söz etmektedir: “Ashab-ı Kehf'in, kavimleri Allah'tan başka tanrılara taptıkları için onlardan uzaklaşmalarını Kur'ân övgüyle anlatmaktadır. Onlar bu davranışlarıyla doğru yolu bulmayı ve Allah'ın rahmetine kavuşmayı gaye edinmişlerdi: "... Şunlar, şu bizim kavmimiz, Allah'dan başka tanrılar edindiler. Bunların üzerine bari açık bir delil getirseydiler ya? Artık yalan yere Allah 'a karşı iftira edenlerden daha zâlim kimdir?" dediklerinde, onların kalplerini (sabır ve sebat ile hakka) bağlamıştık." (Birbirlerine şöyle diyorlardı): "Madem ki siz onlardan ve Allah'tan başka tapmış olduklarından ayrıldınız, o halde mağaraya (çekilip) sığının ki; Rabbiniz size rahmetinden genişlik versin, işinizden de size fayda hazırlasın "(Kehf, 14-16) Böylece onlar, zâlim bir toplum içinde dinlerini açığa vuramamaktansa mağaraya çekilmeyi tercih etmişlerdir. Çünkü son derece az oldukları için, mevcut düzene karşı duramayacaklarını anlamışlardır. Habeşistan'a Hicret İslâm'ın ilk yıllarında, sahabîlerin önemli bir kısmına ve özellikle zayıf ve kimsesizlere, "Rabbimiz Allah'tır" demeleri nedeniyle sayısız zulümler uygulanıyor, dinlerinden vazgeçirmeleri için onlara büyük baskı ve işkenceler yapılıyordu. Peygamber Efendimiz, sayıları yüzü bulan sahabeye Habeşistan'a hicret etmelerini tavsiye etti. Orada kendilerini himaye edecek iyi niyetli bir hükümdarın varlığından söz etti. Bunun üzerine Habeşistan'a iki defa hicret edildi. Mekke o sıralarda gerçekten İslâm gibi eşsiz, tevhide dayalı yüce bir inanç ve hayat düzenini kabul edenler için ağır şartları bulunan bir ortamda idi. Habeşistan'da da tabii ki İslâmî bir düzen yoktu ama en azından orada zulüm de yok, dinini yasama hürriyet vardı. Bu nedenle Dârü'l- Küfr olan Mekke'yi bırakıp Darü'l-Emin (güven ülkesi)'e göç için izin verilmiş oluyordu... Hicretin Hükmü Kur'ân'ın birçok âyeti, “hicretten, hicretin gereğinden, hicret edenler ve etmiyenlerden”söz eder. Nitekim Hicretin ne denli önemli olduğuna şu âyetler açık bir şekilde işaret etmektedir: "Kendilerine zulmedenlerin canlarını alacağı kimselere melekler derler ki: -Ne işte idiniz?" Onlar:-Biz yeryüzünde dinin emirlerini uygulamaktan aciz kimseler idik" derler. Melekler de: -Allah'ın arzı geniş değil miydi? Siz de oradan hicret etseydiniz ya" derler. İşte onlar böyledir. Onların barınakları cehennemdir. O ne kötü bir yerdir. Erkeklerden, kadınlardan, çocuklardan zayıf ve acz içinde bırakılıp da hiçbir Çareye gücü yetmeyen ve (hicret) için bir yol bulamayanlar müstesna" (Nisâ, 97, 98). Bu âyetlerin iniş sebebi hakkında İbn Abbas (r.a) şunu nakletmektedir: "Peygamber (s.a.s) zamanında bazı müslümanlar müşriklerle birlikte durup onların sayılarının artmalarına neden oluyorlardı. (savaş sırasında) ok, onlardan bazılarına isabet ediyor veya boynu vurulup öldürülüyordu. Yine bir kısım Mekkeliler İslâm'a girmiş, fakat müslümanlıklarını açığa vurmamışlardı. Bedir savaşı gününde müşrikler onları da beraberlerinde savaşa götürdüler ve bazıları bu savaşta öldü. Müslümanlar bunun üzerine: "Bizim arkadaşlarımız müslüman idiler, savaşa zorla sokuldular" deyip, onlara Allah'tan mağfiret dilediler. Bunun üzerine bu âyetler nazil oldu" (İbn Kesîr, I, 542). Mü'minler, bu gibi durumlarda "Biz İslâm'ı ayakta tutamayacak kadar zayıf kimseler idik" demekle kendilerini kurtaramayacaklardır. Çünkü bunlar İslâm'ı tamamıyla yaşayabilmek için herhangi bir teşebbüste bulunmamışlar ve böylece "kendilerine zulm etmişlerdir." Fakat gerçekten hicret edemeyecek durumda bulunan zayıf kimseler bundan müstesnadır. Bu âyetler, müşrikler arasında bulunup da dinini ayakta tutamayan herkesi kapsamaktadır. Hicret edebilecek durumda olup da hicret etmeyenlerin, kendi nefislerine zulmetmiş oldukları ve bu ayetin hükmüne göre, haram işledikleri icmâ ile kabul edilmiştir (İ. Kesîr, I, 542). Bu, genel bir hüküm olup kıyamete kadar bakîdir. Dünyevi herhangi bir durum onu, dinini yaşayabileceği, inancının gereklerini yerine getirebileceği Darü'l-İslam'a hicretten alıkoyamaz. Kişi, "ben hicret edeceğim ama, gideceğim yer tanımadığım, yabancısı olduğum bir yerdir. Acaba orada geçimimi sağlayabilecek miyim? Sonra ne zaman geleceği bilinmeyen ölüm, beni yolda yakalarsa hicret etmiş sayılabilir miyim..." gibi bir takım düşünceleri içinden geçirebilir. Ancak bunlar yersiz düşüncelerdir. Çünkü: "Kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde gidecek, barınacak birçok yerler bulur. Kim evinden Allah ve Rasûlüne muhâcir olarak çıkıp da sonra yolda ölürse, onun mükâfatı Allah'a aittir (Nisâ, 100).  Bu bakımdan ne rızık endişesi ne de "yolda ölüm" düşüncesiyle farz olan hicretten mümin geri kalamaz. Yeryüzü iman-küfür mücadelesi alanıdır Bu mücadelede kimi zaman iman bazan da küfür egemen olmuştur. Mü'minler İslâmî kimliklerini yitirdikleri, imanî zaaflara düştükleri, İslâmi ilimlerin yeterince tahsil edilmediği ve cehaletin yaygınlaştığı dönemlerde küfür, İslâm'a gâlib gelir. İslâmî ilimlerin çok iyi bilindiği, İslâm'ın yaşandığı, imanın kalb atışlarında bile hissedildiği dönemlerde ise kuşkusuz İslâm hükümran olur.  İslâm'ın veya küfrün egemenliği ya da şeytana zaman zaman fırsat verilmesi insanın ve yeryüzünün kanunu hükmündedir. Nitekim ayette: “Eğer başınıza bir bela gelirse, (bilin ki,) benzer bir belaya (başka) insanlar da uğramıştır; zira böyle (iyi ve kötü) günleri insanlara sırayla paylaştırırız: (Bu,) Allah'ın, imana erenleri seçip ayırması ve aranızdan hakikate (hayatları ile) şahitlik yapanları seçmesi içindir -çünkü Allah, zalimleri asla sevmez-  (A.İmran, 140) buyurulmustur. Dolayısıyla mü'minler İslâm'ın egemen olmadığı toplumlarda yaşama durumunda kalabilirler. Bundan dolayı hicret gündeme gelir. Hicret dönemi asla kapanmaz, süreklilik arzeder ve kıyamete kadar kaimdir. Hicret Edenlerin Ecirleri Allah (c.c) için yapılan her hareket, tavır ve söz'ün karşılıksız kalması mümkün değildir. Allah için bulunduğu yeri, bin bir zorluk altında terk eden ve bununla İslâm'ı daha iyi yaşamayı, Allah'a daha mükemmel bir şekilde kullukta bulunmayı amaçlayan bir kimsenin eli boş döndürülmesi düşünülemez. Allah (c.c) hicret edenlere müjdeler vermektedir. Nitekim ayet ve Hadisi Şeriflerde söyle beyan buyurulur: *"Muhakkak iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler, işte onlar, Allah'ın rahmetini umabilirler" (Bakara, 219; Tevbe, 20). *"Muhacir ve ensardan daha önce iman etmiş olanlarla (sonradan) onlara ihsan ile uyanlardan Allah razı olmuştur. Ve onlar da Allah (ın kendilerine verdiği nimet ve sevap)dan razi olmuşlardır. Onlar o cennetlerde ebedî kalıcıdırlar" (Tevbe,100). "(Kendilerine) Zulmettikten sonra Allah yolunda hicret edenleri dünyada iyi bir şekilde yerleştireceğiz elbette, ahiretteki ecir (leri) ise daha büyüktür. Keşke ölmüş olsalardı" (Nahl, 41). *Amr b. el-Âs (r.a), Rasûlullah'a kendisinin günahlarının affedilmesi şartıyla bey'at edeceğini söyleyince, Rasûlullah'tan şu cevabı aldığını anlatmıştı: "Sen İslâm'ın kendisinden (yani kişi müslüman olmadan) önce işlemiş günahları yok ettiğini bilmiyor muydun? Hicretin ve haccın da aynı şekilde (bunlar yapılmadan önce) işlenmiş günahları silip süpürdüğünü bilmiyor muydun?" *"Her kim dini için bir yerden bir yere hicret ederse, gittiği yer bir karşı yer de olsa Cennet'te İbrahim ve Muhammed (s.a.s) onun arkadaşı olur." Sonuç Allah, bütün yeryüzünün ve tüm kâinatın biricik ve mutlak sahibidir. Bütün varlık âlemini insan için yaratan ve onları insanın emrine veren Allah'tır. İnsan ise; kendisine kulluk etmek, İslâm düzenini gerekleriyle birlikte, noksansız olarak yaşamak için yaratılmıştır. Bundan yüz çevirenleri cezalandıracak, sudan bahanelerle ibadetten geri kalanların mazeretlerini kabul etmeyecektir. Bu konuda Allahu Teâlâ kullarına şöyle seslenmektedir: "Ey inanmış olan kullarım, muhakkak, benim mülküm olan yeryüzü (çok) geniştir. O halde (şuna buna değil de) yalnız bana ibadet edin (Ankebût; 56). Bu ayetin, İslâm'ı açıkça yaşayamayan Mekkeli, güçsüz bir kısım müslümanlar hakkında nazil olduğu bildirilmektedir. Bu ayet, Allah'ın inanan kullarına, dinlerini açığa vurup yaşayamadıkları bir yerden, onu kolayca yaşayabilecekleri başka bir yere hicret etmeleri için bir emirdir. Rasûlullah şöyle buyurmuştur: "Memleketler, Allah’ındır. Kullar da Allah'ın kullarıdır. Nerede hayır bulursan orada yerleş" (I. Kesîr, II,14). Bütün insanlar Allah'ın kuludur ve yeryüzü de bütün genişliğiyle yalnız onundur. Arz bütün insanları içine alacak kadar geniştir. O halde insan bulunduğu yerde dininî, bütünüyle Allah'ın emirlerini yaşayamıyor, bu konuda zorluklarla karşı karşıya bırakılıyor, Allah'tan başka her şeye ve herkese kul olması için zorlanıyor ve bu telkin yapılıyorsa orası müslümanın yaşayabileceği yer değildir. Yaşayabileceği yeri aramalı ve bulmalıdır. "Bütün yeryüzü Allah'ın olduktan sonra, onun Allah indinde en çok sevileni kullarının yalnız kendisine ibadet ettikleri yerdir." Bir de İslâm'da hiç bir şey putlaştırılamaz, isterse, bu içinde doğup büyüdüğümüz, yakınlarımızın malımızın, ticaretimizin, acı tatlı her türlü hatıralarımızın ve daha nice güzel şeylerimizin bulunduğu yer olsun. Müslüman nerede inancını yaşayabiliyorsa, vatanı orasıdır. "Kişinin bulunduğu memlekette yalnız Allah'a ibadet etmek kolay olmaz; dinini açığa vurmakta zorluklarla karşılaşır, daralırsa, orada bağlanıp kalmamalı, ibadetlerini serbest yapabileceği yere gitmelidir. Hicret edip o darlıktan genişliğe çıkmak için ne gerekiyorsa yapmak ve Allah'a kulluk etmek mü'minin prensibi olmalıdır" (Elmalı, V, 3790).