Çevre hakkı, sahiplerine çevrelerinde olup biten ve çevreyi etkileyen olaylar hakkında bilgi edinme, çevre ile ilgili kararların alınması süreçlerine katılma ve bozulan çevrenin bozulmadan önceki durumuna getirilmesini yönetsel ve yargısal kurumlardan isteme yetkisi veren ve tüm insanlar için mutlak olan bir haktır. Çevre hakkının gerçekleştirilmesi diğer hakların gerçekleştirilmesiyle doğru orantılıdır. Hakkın gerçekleştirilebilmesi için toplumsal ve siyasal yapının varlığına ihtiyaç duyulmaktadır. Şimdiki ve gelecek kuşaklara sağlıklı ve temiz bir çevre bırakmak adına çalışmalar çeşitli uluslararası sözleşmeler, protokoller, konferanslar ile 1970’li yıllardan beri süre gelmektedir. Türkiye’de de çevre hakkı ilk olarak 1961 Anayasası’nın 49. maddesinde ; “devlet, herkesin beden ve ruh sağlığı içinde yaşayabilmesini ve tıbbi bakım görmesini sağlamakla ödevlidir...” ifadesi ile dolaylı şekilde çevre hakkı anayasal güvenceye kavuşturulmuştur. 1982 Anayasası’nın yürürlüğe girmesiyle birlikte bu maddenin yerini, çevre hakkı ile ilişkili 56. madde almıştır. Buna göre: “Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir...” Çevre hakkını ihlal eden durumlar içerisinde çevresel kirlilikler, yani hava-su-toprak-ışık-gürültü kirliliği-görüntü ve imar kirliliği dışında, kimyasal atıklar ve sanayi ile ilişkilendirilerek ortaya çıkan asit yağmurları, savaşlar, nükleer ve kimyasal silahlanma, nükleer enerji santralleri olarak yer almaktadır. Çevresel kirlilik ve çevredeki bozulmalar sebebiyle ekosistemde bulunan canlı ve cansız varlıkların maruz kaldığı tehlikeler, doğal ve tarihsel varlıkların yok olması gibi olumsuz sonuçlar toplumun, gelecek kuşakların ve insanlığın yüklendiği maliyetlerdir.
Çevre hakkını ihlal eden kirliliklerin önüne geçilmesi ve ortadan kaldırılması noktasında önem arz eden çevre hakkını gerçekleştirirken mevcut maliyetler göz önüne alınarak yerel ve merkezi yönetimlerde oluşturulacak politikalar bu yönde geliştirilmelidir. Yerel yönetimler Anayasamızın 127’ci maddesinde il özel idaresi, belediye ve köy olarak yer almaktadır. 5393 sayılı Belediye Kanunu ile belediyelere, 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu ile büyükşehir belediyelerine, 5302 sayılı İl Özel İdaresi ile il özel idarelerine, 442 sayılı Köy Kanunu ile köylere çevreyi muhafaza etmek ve geliştirmek hususunda görev ve sorumluluklar verilmiştir. Ayrıca Çevre Kanunu, Türk Ceza Kanunu, İmar Kanunu gibi kanunlarla da yerel yönetimlere, özellikle belediye ve il özel idarelerine görevler verilmektedir. Bu görevler, temiz ve sağlıklı bir çevrede yaşamayı gerçekleştirmeyi amaçlamaktadır. Yerel yönetimlere çevre hakkını ihlal eden durumları önlemek ve çevre hakkını korumak için başta kendi kuruluş kanunları olmak üzere mevzuatta çeşitli görevler verilmiştir. Hava kirliliği ile ilgili olarak yerel yönetimlerin doğrudan müdahale imkanı olmaması ve merkezi yönetimin başat bir rol üstlenmesi nedeniyle, hava kirliliği yerel yönetimlerin en az müdahale edebildiği kirliliktir. Toprak kirliliği ile ilgili olarak yerel yönetimler, toprağı verimsizleştiren durumlardan olan erozyonu engelleme noktasında toprağı güçlendirmek amacıyla ağaçlandırma faaliyetleri gerçekleştirmek ve yeşil alanları oluşturmak; çeşitli atıkların bertarafı ve atık tesislerine ilişkin hizmetlerin yürütmek ve tesisleri denetlemek; koruyucu tedbirlerin almasını sağlamak; çalışanlarını ve halkı bilinçlendirmek ve yönlendirmek konusunda görevli ve yetkili kılınmışlardır. Gürültü kirliliği ile ilgili olarak yerel yönetimler, gürültü oluşmasına neden olan eğlence ve halka açık dinlenme yerlerine ruhsat vermek ve denetlemek; gürültü kaynakları için akustik rapor veya çevresel gürültü seviyesi değerlendirme raporu hazırlatmak ve bunları değerlendirmek; gereken noktalarda idari yaptırımları uygulamak; kamuoyuna hazırlanan raporlar ile ilgili bilgi vermek ve gereken tedbirleri almakla görevli kılınmışlardır. Işık kirliliği ile ilgili olarak yerel yönetimler, yol, sokak ve park bahçelerin, binaların aydınlatma çalışmaları konusunda görevli ve yetkili kılınmışlardır. Işık kirliliğinin en önemli sebeplerinden olan aydınlatmaların düzensiz ve aşırı kullanılmasının yerelde önüne geçilmesinde yerel yönetimlerin payının büyük olduğunu ifade etmek doğru olacaktır. İmar ve görüntü kirliliği ile ilgili olarak yerel yönetimler, çevre düzenleme çalışmaları, yeşil alan ve park, bahçe oluşturma, nazım imar plânını yapmak, yaptırmak ve onaylayarak uygulamak, kültür ve tabiat varlıkları ile tarihî dokunun ve kent tarihi bakımından önem taşıyan mekânların ve işlevlerinin korunmasını sağlamak ve gerektiğinde insan yaşamını tehdit eden binaları yıkmak, il çevre düzeni planı oluşturmak ve onaylamak, aydınlatmaların görüntü kirliliğine sebebiyet vermesini engellemek, kentlerdeki düzgün yapılaşmayı gerçekleştirme gibi görevleri bulunmaktadır.
Dünya’da ve Türkiye’de güneş enerjisi, rüzgar enerjisi gibi yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelme söz konusudur. Türkiye’nin yenilenebilir enerji kaynakları noktasında zengin olması sebebiyle, belediyelerde de yenilenebilir enerji kaynakları kullanılarak temiz enerji elde edilmesi hususu ön plana çıkmaya başlamıştır. Yerel yönetimler şehirlerde bu enerji kaynaklarından enerji elde ederek hem çevre hakkını koruyucu bir fonksiyon üstlenmekteler hem de ekonomilerine katkıda bulunmaktadırlar. Belediyelerin çevre koruma ve çevre hakkını gerçekleştirme noktasında bir takım gereksinimleri mevcuttur. Bu gereksinimler, kanuni düzenlemeler, mali kaynak, yetki paylaşımı ve uygulama konuları ile ilgili gereksinimlerdir. Bu hususlar içerisinde en önemli konu belki de yerel yönetimlerin merkezi teşkilatın gölgesinde kalması durumudur.
Çevre sorunlarına ortaya çıktığı yerde müdahale edilmesi açısından yerel yönetimler daha fazla kanuni ve maddi açıdan imkanlara sahip olması gerekirken bu hususta kısıtlı kalmaktadırlar. Çevre hakkına yönelik olarak idari açıdan daha çok merkezi idarede bulunan yetkinin çeşitli düzenlemelerle yerel yönetimlere devredilmesi gerekmektedir. Yasal düzenlemelerde belediyelerin belirtilen görevlerinin genelinde çevreyle yakından ilişkili görevler bulunmaktadır. Burada esas problem, bu düzenlemelerin uygulanmasında merkezi idarelerin kendi ağırlıklarını hissettirmekten vazgeçmemeleri ve yetkiler konusunda yaşanan karmaşadır. Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde yerel yönetimlerin karşılaştıkları önemli problemler arasında, mali kaynakların merkezi otorite tarafından belirlenmesi sebebiyle, kırsal ve kentsel alanlarda yerel hizmetleri yürütmek için gerekli mali kaynaklara sahip olamamalarıdır.
Belediyelerin gelir kaynaklarını düzenleyen 2464 sayılı Belediye Gelirleri Kanunu 1981 yılında yürürlüğe girmiştir. Dolayısıyla güncel bir kanuna ihtiyaç vardır.
Bu noktada, yeni hizmet çeşitleri ortaya çıkmış ve belediyelerin aldıkları vergi ve harçlar günümüz koşullarına uygun hale getirilmemiş, Belediye Gelirleri Kanunu güncellenmemiştir. Yerel yönetimlerin ihtiyaç duyduğu bir diğer unsur ise yetkilerdeki karmaşanın var olmasıdır. Merkezi idare ve yerel yönetim arasında yetki kargaşasına neden olan yasal düzenlemelerde değişiklik yapılması, çevre mevzuatında ve kurumlar arası uyum, etkili işbirliği ve koordinasyon sağlanması noktasında oldukça önemlidir. Eksiklikler içerisinde belirtilmesi gereken diğer bir husus ise çevre hakkının gerçekleştirilmesinde Türkiye’de yeterli katılım ve duyarlılığın olmamasıdır. Bu konuda da yerel yönetim birimleri içerisine özellikle belediyelere halk ile iç içe ve yüz yüze bir yönetim modeli uygulama görevi düşmektedir. Çevre hakkının uygulanması için halk ile ilişkiler daha sıkı hale gelmeli ve katılım, işbirliği unsurları gerçekleştirilmelidir. Çevre hukukun önemli ilkelerinden olan katılım, işbirliği ve eşgüdüm ilkeleri, belediyelerin başat bir rol üstlenmesiyle aktif olarak uygulanarak sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkını ifade eden çevre hakkının dayanışma niteliği gerçekleştirilebilir. Çevre hakkını koruma ve geliştirmesinde yerel yönetimlerin tek başına yeterli ve gerekli çalışmaları yürütemeyeceğini söylemek mümkündür. Ulusal düzeyde merkezi idarenin önemli görevleri olmakla birlikte bu görevlerin bir kısmını yerelde gerçekleştirmesi için yerel yönetimlere kaydırması gerekir. Özellikle iklim değişikliği hususu, ulaşımdan ısınmaya ve imara kadar pek çok konuya müdahale edilmeyi gerektiren entegre bir alandır. Ancak yerel yönetimler içerisinde özellikle büyükşehir ilçe belediyeleri kendilerini ilgilendiren bu alana çok fazla müdahale edememektedir. Müdahale yetkisi çoğunlukla büyükşehir belediyelerinde ve merkezi idarede bulunmaktadır. Türkiye’de denetim konusunda diğer bir husus ise yapılan denetimlerin çoğunlukla gerçekleşen bir faaliyet sonunda yapılmış olmasıdır. Bu duruma verilebilecek en iyi örneklerden biri “imar denetimleri”dir. İmar denetimleri, mevzuatta katı izin kuralları ile donanmış olsa da yerel yönetimlerin imar izni olmayan yapıların inşa edilmesine göz yumması neticesinde, çarpık kentleşme ortaya çıkmakta; sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkını ihlal edici sonuçlar ile karşılaşılmaktadır. Çevre hakkının dayanışma hakları içerisinde yer alması ve sınırları aşan bir niteliğe sahip olmasından dolayı ulusal ve uluslararası düzeyde işbirliği gerçekleştirilerek, ülkelerin bu noktada hassasiyetle çalışmalarını yürütmesi gerekir. 1970’li yıllardan itibaren bu hakkın kamuoyuna duyurulması, hakkın anayasal ve diğer hukuki metinlerde, uluslararası sözleşmelerde yer alması hususlarında pek çok çalışma gerçekleştirilmiş ve gerçekleştirilmeye devam etmektedir. Ancak şu anki dünyaya bakıldığında çevreyi ve çevre hakkını korumanın ne denli gerçekleştirildiği ve gelecek nesillerin de sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına gerçekten kavuşabilecekleri noktasında yeterli çalışmalara ulaşıldığını söylemek mümkün değildir.